Oktay Ekşi: ‘Aydın Doğan ne yazacağıma karışmaz’

Otuz yıllık gazetecilik hayatı olan bir gazetecimizsiniz. Hürriyetin başyazarısınız. Yazılarınızda hem Oktay Ekşi’nin hem de Hürriyet’in görüşlerini yansıtıyorsunuz. Bu zor olmuyor mu?

Oztuz senedir Hürriyet’in baş yazarlığını yapıyorum, ama şunu hemen belirtmek lazım; eski baş yazarlık anlayışı ile bugünkü baş yazarlık anlayışı ve icrası tamamen değişmiş durumda. Benim görev yaptığım bu otuz sene içinde yerleşen baş yazarlık  anlayışı çok farklılaştı. Eskiden gazetenin  baş yazısı, gazetenin o  konudaki kendisini bağlayan  politikanın sesiydi.
Niye öyleydi?

Çünkü eskiden gazetenin sahibi ile baş yazarı aynı kişi olurdu. Gazetenin sahibi gazete adına birşey yazdığı zaman gazeteyi bağlıyor demekti. Çağımızda gazete sahipliği ile profesyonel kadro birbirinden çok farklı hale geldi.
Gazetenin başyazarı artık gazetenin sahibi değil. fiimdi gazetenin sahibi adına onunla konuşmadan, onun düşüncelerini tam öğrenmeden birşey yazma zorunluluğuyla karşı karşıya bulunan  bir başyazar tipi oluştu.
Ben bu gazetenin sahibi,  Aydın Doğan’la ancak bir takım sosyal ortamlarda; davetlerde, protokol gereği olan çevrelerde karşılaşırım. Bir de Doğan Medya Grubu Yayın Konseyi Üyesi olarak ayda bir, bir araya geliriz. Onun haricinde herhangi bir olayla ilgili olarak  telefon açıpta onun düşüncülerini almam.
Örneğin, “Aydın Bey Irak’taki savaşla ilgili sizin görüşünüz ne? Aceba Amerikalıları desteklesek mi, yoksa karşı mı çıksak? Ben, birşey yazmaya mecburum  sizin görüşünüzü almak ihtiyacını duyuyorum” diye telefon etmem söz konusu değil. Eğer bir gün böyle birşey yaparsam, Aydın Bey “Bu adam üşütmüş mü?” diye düşünür. Ayrıca gazetenin genel yayın yönetmeni ile de ben bunu oturup konuşmam. “Yarın acaba hangi konuda ne yazmamı arzu edersiniz? Yazdığım yazıyı şuraya koyalım, buraya koyalım, yok şöyle mi yazsam, yok böyle mi yazsam?” diye bir konuşma da geçmez aramızda.
Aydın Doğan benim yazdığımı okursa ertesi gün okur. Gazetenin genel yayın yönetmeni de akşam gazete basılmadan önce hazır olup önüne geldiğinde canı istiyorsa görebilir. Ne yazdığımı da bilmez, neyi yazacağımı da bilemez. İhtiyacım olursa her arkadaşımla konuştuğum gibi genel yayın yönetmeni arkadaşımla konuşurum. “Zihnimde bir tereddütüm var, sen bu konuda ne dersin” diye sorarım, konuşurum. Ama bu bana kalmış birşeydir. Kimse bana niye böyle yaptın da demez, niye sormuyorsun da demez. Böyle birşey yaparsam herkes “Ya, bu adama ne olmuş” derler.
Bu sebeple her yazdığım yazı yüzde yüz gazetenin politikasını görüşünü yansıtıyor diye birşey yoktur. Bu gelişmenin getirdiği bir nokta. Ben her aklıma geleni yazamam bu da ikinci bir tavır. Öbür sütun sahipleri canlarının istediğini yazabilir. Kimi özel hayatından yazar, kimi güzel hayatından yazar. Ben yazmam, yazamam.
Hürriyet Gazetesi eşittir Oktay Ekşi, Oktay Ekşi eşittir Hürriyet Gazetesi diyebilir miyiz?

Diyemezsiniz. Hürriyet gazetesi çok boyutlu bir gazete haline geldi, çok çeşitlendi. Hüriyetin içinde Oktay Ekşi’nin de okumadığı, okuduğu zaman da görüşlerini hiç paylaşmadığı epey yazar var. Durum böyle olunca “Hürriyet Gazetesi eşittir Oktay Ekşi, Oktay Ekşi eşittir Hürriyet Gazetesi” denirse ya Oktay Ekşi’yi gereksiz yere bu kadar büyütmek, ya da Hürriyet’i bu kadar küçültmek basite indirgemek olur.
“Hürriyet’in resmi yazarı” deniliyor sizin için, nasıl değerlendiriyorsunuz bunu?

Öbür köşe yazarlarının sütunları tek anahatarlı. Öbür köşe yazarları tek anahtarla sütunlarına girip istediğini yazabilir. Benim köşem iki anahtarlı. Çünkü ben hem Oktay Ekşi olarak köşe yazarıyım, hem de Hürriyet gazetesi adına başyazarlık görevini yürütüyorum.
Ben başyazarlık görevini yaptığım sürece buna dikkat etmek zorundayım. Her aklıma geleni yazmam, yazamam. Yazılarım Hürriyet adına da bir mesaj taşıdığı için çok dikkatli olmam lazım.
Size somut örnek vereyim. Bana göre, stratejik açıdan önemli sanayi dallarından bazılarıyla ilgili yabancıların iştirakini belli bir noktada tutmak lazım. Bunların ulusal ellerden başka ellere verilmesine ya da belli bir orandan fazla verilmesine karşıyım. Ben bu konuda Aydın Doğan’ın böyle düşündüğünü sanmıyorum. Medyanın özellikle de televizyonun sınır tanımamazlığına rağmen, yabancılara belli orandan fazla verilmemesi gerktiğini savunuyorum. Bu konuda Aydın Doğan farklı düşünüyor, Ertuğrul Özkök farklı düşünüyor, ben farklı düşünüyorum. Böyle şeyler konuşarak anlaşarak yazılmaz. Farklı görüşte olmak gayet doğaldır.
Başarılı olmak sorumluluk gerektiren birşey. Siz başarılı bir köşe yazarı – başyazar olmayı mı yoksa gazete idaresinde mi – örneğin genel yayın yönetmenliği gibi – görev almayı isterdiniz?

Ben sevdiğim mesleği seçtim, sevdiğim mesleği yapıyorum. Genel yayın yönetmeni olmak sorumluluk ister. Böyle bir teklif hiç gelmedi bana. Böyle bir teklif gelseydi seve seve kabul ederdim. Fakat altı ay sonra beni bu görevden alırlardı. Ben bu görevin insanı değilim, benim yapım daha farklı.
Benim en iyi yaptığım iş bu. Diğer arkadaşlarımızda görevlerini en iyi şekilde yerine getiren arkadaşlar.
Bir konuda yazı yazarken kıstaslarınız neler?

Ben sosyal demokrat bir insanım, Atatürkçü bir insanım, Türkiye’nin temel değerlerine bağlı bir vatandaşım. Batı değerlerinin Türkiye’nin geleceği için çok önemli olduğuna inanan bir insanım. Kültür değişiminin, zihniyet değişiminin Türkiye için önemli olduğuna inanan bir insanım. Ulusal değerlere, ulusal onura inanan ve saygılı bir insanım.Türkiye’yi bölmeye, Türkiye’nin içinde karışıklık olmasına, Türkiye’nin parçalanmasına karşı bir insanım.
Ben başkaları gibi “Dün akşam Ahmet Bey’in yemeğindeydim, çok harika bir yemekti, bilmem kimin son çıkan şu kitabını okudum size de okumanızı tavsiye ederim, evvelki gün biriyle görüştüm, çok önemli şeyler konuştuk” gibi şeyler yazmam ve yazamam. Bunu çok güzel yapanlar var.
Herkes yemeğini bir şekilde pişiriyor. Bu tür yazanlar okuyucuya hizmet ettiğini düşünüyorsa, okur da kendine hizmet edildiğini düşünüyorsa problem yok.
Ben dünya basınını takip ediyorum. Benim mesleğimi yapan yazarları, Avrupa gazetelerini takip ediyorum. Onlar ne yapıyor, nasıl yapıyor, benim yaptığımdan farkları ne, aynılıkları ne diye hep takip ediyorum.
İngilizce gazeteleri ve yayınları takip ediyorum. Benim yaptığım işlerden biri günlük olarak Newyork Times Gazetesi başta olmak üzere önde gelen batılı gazetelerin editör köşesini günlük alır okurum ve kendimle mukayese ederim. Avrupa gazetelerinin yerleşmiş kurallardan, kendi bünyeme uyan, aklıma yatan kuralları uygularım. yaptığım işi doğru yapmak için çalışırım.
Aydın Doğan’dan “Oktay Bey şu konuya şöyle yaklaşsak” gibi telkinler gelir mi? Ya da siz ona sorar mısınız?

Hayır canım ne demek öyle şey olur mu? Ne Aydın Bey öyle birşey söyler, nede ima eder. Ben de öyle birşey sormam. Aydın Bey’e ait hiçbir gazetede böyle bir uygulama yoktur.
Otuz yıllık gazetecilik hayatınızda hiç sansüre uğradınız mı?

Devletin sansürü diye birşey yok olmadı. İçerden derseniz; 1974’te bu göreve başladığımda teklif Allah uzun ömürler versin Erol Simavi’den geldi. O zamanlar Ankara’daydım. İstanbul’a geldiğimde üç yıl yazılarım imzasız çıktı.
O zamanlar gazetede Nezih Demirkent hepimizin başındaydı. Sabahları istihbarat toplantıları olurdu. Toplantı çıkışında kendisinin yanına gider, toplantıda ele alınan konular üzerine fikir alışverişinde bulunurduk. Ben hangi konuda ne düşündüğümü kendisine izah ederdim. O da bana benim fikir belirttiğim konulardan hangisinde benimle aynı düşündüğünü, hangi konuda benimle farklı düşündüğünü söylerdi. Ben gün içinde hemfikir olduğumuz konuda yazardım.
Nezih Demirkent ayrılınca, Çetin Emeç aynı göreve geldi. Çetin’le çalıştığımız yıllarda da “Çetin ben bugün şu konuda yazmak istiyorum” derdim. O da her zaman “Tamam iyi olur” derdi. Gerek Nezih Demirkent’le çalıştığımız yıllarda gerekse Çetin’le çalıştığımız yıllarda yazımı götürüp yazı işlerine vermeden önce, götürür masalarına koyardım. Onlar da yazımı okurlardı. Ama hiçbir zaman yazıma müdahele etmemişlerdir.
Çetin vefat ettikten sonra Ertuğrul’la olduğumuz yıllarda; o, hiçbir zaman böyle bir beklenti içinde olmadı. Böyle bir beklenti içinde olmadığı için yazılarımı doğrudan yazı işlerine verdim.
28 fiubat döneminde mesleki bir iş kazanız oldu. Bunun haricinde bir iş kazanız oldu mu?

Bahsettiğiniz olayla ilgili haber geldiğinde biz yazı işlerindeydik. fiemdin Sakık polise ifade vermiş. İfadesinde “Bize, PKK’ya Türk gazetelerinin muteber gazetecileride yardım ediyordu” demiş. Bunun üzerine ben de “Kim bu alçaklar, çıksın ortaya” diye yazdım. Bir süre sonra Sakık mahkemedeki ifadesinde kendisinin öyle birşey söylemediğini ve bu sözlerin ifadesine eklendiğini söyleyince alçağın orda (gazetelerde) değil, başka bir yerde olduğu ortaya çıktı.
Bunun üzerine asıl alçakları lanetleyen ve kendi meslektaşlarımdan özür dileyen bir yazı yazdım. Bir süre sonra yine bir fırsat oldu ikinci kez özür diledim. Bundan başka da bir aldatılma – iş kazası yaşamadım. Gazetenin mutfağında bulunan, değerlendirilmeye yönelik tüm haberler benim için makul haberlerdir.
Hiçbir zaman muhabirilerime “Bu haber doğru mu” diye sormadım. Ama yalan olduğu ortaya çıkan haberin muhabirini de hiç tereddütdüz kapıya koydum.
Türkiye gerçeklerine ve genel değerlerine aykırı bir insan olmamanıza rağmen polis korumanız var. Bunu gerektiren durumlar mı var ?

Ben Atatürkçü bir insanım, Türkiye’yi şeriata teslim etmek isteyen güçler var. 1950’lerde başladı bu hareket. Süleyman Bey bu ateşe çok odun taşıdı ama Turgut Özal gibi misyoner tavırlı yöneticisi olmadı. O cumhuriyetin neyi varsa bozmak, onun yerine arzu ettiği rejimi getirmek için elinden geleni yaptı. Ama bazı şeylere ömrü yetmedi. Onun meselesi buydu. Ona karşı kendi sütunumda ilk defa “Bu adam laik cumhuriyeti yıkıp yerine başka bir nizam getirmek istiyor” diye yazan gazeteci ben oldum. Bunu iftiharla itiraf ediyorum. Ben yazdıktan sonra aynı konuda yazı yazanlar çogaldı. O dönemden sonra sayısız tehditler aldım. Bunun üzerine polis koruması verildi bana.

Röportaj ve Foto: Sebahattin Çelebi

Copyright: Sebahattin Çelebi

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *